Bilge Yavuz

KURTULUŞ SAVAŞI DÖNEMİ TÜRK-FRANSIZ İLİŞKİLERİ AÇISINDAN PİERRE LOTİ


Doç.Dr.Bige Yavuz


Türklerle ilgili Aziyade (1879) adlı ilk eserinden sonra pek çok roman ve hikâye yazan büyük Türk dostu, ünlü Fransız yazarı Pierre Loti, Balkan savaşlarından itibaren Avrupa ve Fransız kamuoyları önünde Türkiye’yi savunmak amacıyla çeşitli kitap ve yazılar yazmıştır. Özellikle 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi sonrası yayınladığı dört kitap ve broşürün yanı sıra Fransız basınında çıkan makaleleriyle kendi kendine üstlendiği bu misyonu pekiştiren Loti’nin temel kaygısı, Türkleri yeterince tanımayan, hatta yanlış tanıyan Fransız kamuoyunu aydınlatmaktır.

Kamuoyunun iç politikayı olduğu kadar dış politikayı da etkilediği yadsınamayacak bir gerçektir. Dolayısıyla diplomasi ilişkilerinde kamuoyunun rolü göz ardı edilmemelidir. Ancak halkın bilgi sahibi olmadığı bir konuda kamuoyundan söz etmek olası değildir. İşte kamuoyu yaratıcıları, toplum içindeki önderlikleri nedeniyle, kişisel olmayan basın ve duyurma araçları ile düşünce ve kanılarını yayarak kamuoyunun oluşturulmasına katkıda bulunurlar . Bu çerçevede Pierre Loti’yi Türkleri tanımayan, hatta Yunan ve Ermeni propagandasının da etkisiyle Türklere önyargılı yaklaşan Fransızları gerek yazılarıyla gerekse kitaplarıyla Türkiye lehine derinden etkileyen bir kamuoyu yaratıcısı olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır.

Çalışmamız, kamuoyunun dış politikada önemli bir baskı unsuru olduğu gerçeğinden yola çıkarak, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Fransız kamuoyunu bilgilendirme ve bilinçlendirmede son derece etkili bir kalem olan Pierre Loti’nin Türkiye’ye bakış açısının ve değerlendirmelerinin Fransız dış politikasındaki yansımalarını ve belirleyiciliğini tartışmaya yönelik “deneme” niteliğinde bir etüddür. Dolayısıyla daha önce Fransız arşivlerinde (Fransız Dışişleri Bakanlığı ve Fransız Kara Kuvvetleri Arşivleri) bulduğumuz ve yayınladığımız resmi belgelerde , Loti’nin değerlendirmelerine paralellik veya benzerlik gösteren dış politika yaklaşımlarını ve uygulamalarını ortaya koymayı amaçladık.

1867’de deniz subayı olan ve Okyanusya, Japonya, Senegal, Tonkin seferlerine katılan, ayrıca Çin’de çıkan karışıklıklar üzerine Uzakdoğu’ya gönderilen filoda görev alan , 1870-1913 yılları arasında pek çok kez Türkiye’ye gelen Pierre Loti’nin Balkan Savaşları’ndan itibaren Fransız ve Avrupa kamuoyları önünde yılmadan Türklerin savunuculuğunu üstlenmesinde muhakkak ki mesleki deneyiminin önemli bir rolü vardı. O, Doğu’yu iyi tanıyan bir deniz subayı ve yazar olarak, özellikle Haçlı seferlerinden itibaren Türkleri tanımaya başlayan, ne var ki onlar hakkında pek de olumlu izlenime sahip olmayan Fransızlara Türkleri tanıtmaya çalışmıştır. Üstüne üstlük, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve yönetimindeki bazı halkları (Yunanistan vb.) kurtarmak ve kendi çıkarları doğrultusunda Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’e yerleşmek isteyen, 1912-1913 Balkan savaşlarında Balkanlıları destekleyen, Birinci Dünya Savaşı’nda ise Osmanlı İmparatorluğu’nun karşı cephesinde yer alan bir ülkede, Büyük Savaş yıllarında çıkan “Ermeni katliamı” söylentileri nedeniyle iyice olumsuzlaşan Türk imajını değiştirme çabasına girişmiştir .
Pierre Loti, 1918’de yayımlanan Les Massacres d’Arménie (Ermeni Katliamı) başlıklı broşüründe, Türkiye’yi ve Türkleri yanlış tanımakla suçladığı Fransız kamuoyunu şöyle bilgilendiriyordu :

“Sanıyorum bizim sevgili ve hayranlık uyandıran Fransamız, dünyanın komşuda olup bitene karşı bilmezliğin en büyük rahatlığı içinde yaşayan bir ülkesidir. Örneğin, yüzyıllar boyu müttefikimiz olan Türkiye bizim için Orta Afrika bölgeleri veya Ay kadar bilinmezdir. Ben, kış mevsiminin Paris’teki kadar sert geçtiği İstanbul’da Aralık ayında hafif elbiselerle gelen bizden turistler görmedim mi hiç?... Bir de o hoş saflıklarıyla Türkle Kürdü, Osmanlıyla Levanteni, v.s. karıştırırlar. Onlar için kırmızı başlık giyen herkes Türktür... Balkan Savaşı başında Türkleri savunduğum, söylenenin aksine Bulgarların kaba zalimler olduğunu... söylemek cesaretini gösterdiğim için yeterince aşağılandım, hakarete uğradım, tehdit edildim...

“ Bugün amacım, sadece içimizde kendini bilgilendirmek zahmetine katlananlar için, Türklerin hiçbir zaman düşmanımız olmadığına dair geçmişin herkesçe bilinen gerçeğini bir kez daha kesin olarak söylemektir. Peki ya Rusların? İşte buna kuşku götürmez bir şekilde evet! Onların düşmanıdırlar... Onların savaş ilan ettikleri biz değiliz, Ruslardır... Türklerin bize ne borçları vardı ki zaten? Kırım seferinden bu yana, onların düşmanlarıyla birlikte hareket etmekten vazgeçmedik. Son olarak ülkelerinde bize gösterdikleri sıcak misafirperverliğe teşekkür etmek için hiç kuşkusuz, Balkan savaşı sırasında hemen hemen tüm gazetelerimizde onlara ardı arkası kesilmeden çirkin bir şekilde hakaret ettik... Bu durumun umutsuzluğu içinde, Ruslar tarafından ezilmekten kurtulmak için kendilerini nefret edilen Almanya’nın kollarına attılar. Nefret edilen diyorum, zira çok küçük bir azınlık dışında Almanya’dan iğrendiklerine kefilim. O halde böylesine hafifletici sebepleri olan ve açıkça onarmaya hazır oldukları bu kaçınılmaz hatadan dolayı onlara nasıl acımasızca kızılabilir?...”

Pierre Loti’nin, kendi deyimiyle, böylesine iftiraya uğramış ve asla Fransa’nın düşmanı olmamış ve istemeyerek kendini Almanya’nın kollarına atmış olan Türkleri bu kadar sevmesinin ve savunmasının nedenleri neydi? Loti, 1876’da gittiği Selanik’te yakından tanıma olanağı elde ettiği ve bu tarihten itibaren sürekli yanlarında yer aldığı Türkleri, Doğu’da düzen ve barışın, Akdeniz’de ise özgürlüğün savunucuları olarak görüyordu. O, Türklerde kendi karakterinin “namuslu, ciddi, gözlemci, mistik, iradeli ve mesafeli” özelliklerini buluyordu . Türkleri takdir etmesinin esas nedeni ise, ne kıyafetleri, ne sözde egzotik karakterleri, ne de Abdülhamid rejimiydi; o, Türklerin, kendi deyimiyle, sağlam, kuvvetli, asil, sert, ölçülü, diğer Akdenizlilerin aksine duygu ve düşüncelerini çok az açığa vuran, ancak kesinlikle iki yüzlü olmayan, açık yürekli bir ırkın “ebedi ve değişmez ruhunu” beğeniyordu . Bunun yanı sıra ona göre Türkler, Doğu’nun en namuslu, en sağlam ve aynı zamanda en hoşgörülü unsurlarıydı .

MONDROS MÜTAREKESİ SONRASI SİYASAL GELİŞMELER KARŞISINDA PİERRE LOTİ VE FRANSIZ DIŞ POLİTİKASI

Pierre Loti, 19. yüzyılın başlarından itibaren “Doğu Sorunu” adı altında Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya ve paylaşmaya yönelik projeler geliştiren, I. Dünya Savaşı sırasında ise aralarında imzaladıkları gizli paylaşım anlaşmalarıyla bu toprakları kâğıt üzerinde paylaşan Batılı devletlerin savaş sonrası Anadolu’yu işgal ederek Türk varlığını tamamen ortadan kaldırmayı denedikleri 1919 yılında, Les Alliés qu’il nous faudrait (Bize Gerekli Olabilecek Müttefikler) başlıklı kitabını yayınlıyordu. O, bu yapıtında, “Akdeniz’in bir Fransız gölü olduğu” söyleminin artık geçerli olmadığından hareket ederek, özellikle Almanların uyanma tehlikesine karşı önlem olarak Fransa’nın Doğu’da güçlü ve güvenilir müttefiklere gereksinim duyduğunu ileri sürüyor ve artık ne Ruslara ne de “Atina cinayetleriyle taçlanmış ihanetlerinden” dolayı Yunanlılara güvenilmemesi gerektiği konusunda Fransız kamuoyunu uyarıyordu. Ayrıca Fransızların, yalnızca, I. François ve Kanuni Sultan Süleyman döneminde başlayan dostluk ilişkilerini o güne dek sürdürme başarısı gösteren Türklere güvenebileceğine, ancak onların da ölüm-kalım savaşı verdiklerine işaret ediyordu. “Ama ne yazık ki, yarın Türkler artık var olmayacaklar” diyen Loti, özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Türkiye’ye yönelik Fransız dış politikasını eleştiriyor ve Fransa’nın Doğu’daki bu en sadık müttefikini her yönden hayal kırıklığına uğrattığını (İngiltere’ye Mısır’ı terkedeceği konusunda tüm Avrupa’ya verdiği sözü hatırlatmaktan kaçınmakla, Balkan Savaşı sırasında cani Bulgarların yanında yer almakla, İtalya’nın Tripoli Trablusgarp’ye saldırmasına izin vermekle, I. Dünya Savaşı’nda kendisini Almanya’nın kollarına attığı için Türkiye’yi suçlamakla) ve en kötü zamanlarında Türklere sahip çıkmadığını, hatta ölüm kararnamelerinin altını imzalamaya hazır olduğunu hatırlatıyordu .

Loti’ye göre Türklerin, Kırım Savaşı’ndan beri düşmanlarıyla hareket etmekten kaçınmayan ve kendilerini sürekli hayal kırıklığına uğratan Fransızlara savaş ilan etmeye hakları vardı. Ancak o, bunu bile istemeyerek yaptıklarını ve Ruslardan kaçmak için kendilerini Almanların kollarına attıklarını iddia ediyor ve bu şekilde Türklerin I. Dünya Savaşı’na Fransa’nın karşı saflarında katılmalarının haklı nedenlerini irdeliyordu. Bunun yanı sıra Türklerin, Fransa’ya karşı savaşmaktan duydukları üzüntüyü dile getirmekten çekinmediklerini ve I. Dünya Savaşı sırasında Fransız yaralı ve esirlerine yaptıkları “kardeşçe muamele” ile Fransızlara olan dostluklarını kanıtladıklarını da söylemeden geçemiyordu .

Pierre Loti, böylesine merhametli, hoşgörülü bir ulusun elinden topraklarının alınmasının herşeyden önce milliyetler ilkesine karşı bir cinayet ve büyük bir hata olacağı düşüncesindeydi ve İstanbul’un Türklere bırakılmasını şiddetle savunuyordu . Hatta İstanbul’da güçlü ve müttefik bir Türkiye’nin varlığının Fransız çıkarlarına uygunluğunu vurgulayarak , Halife’nin İstanbul’da bırakılmasının İslam dünyasında en etkili güçlerden biri olan Fransa’nın Doğu’da yüzyıllık bir çaba sonucu elde ettiği itibarının ve etkisinin sürdürülmesi açısından ne denli önemli olduğuna işaret ediyordu. Bunun yanı sıra Türklerin İstanbul’daki ezici sayısal üstünlüklerini, kentin Türklere bırakılmasını istemesinin önemli bir nedeni olarak görüyordu .

I. Dünya Savaşı sonrası Ocak 1919’da Paris’te toplanan barış konferansında, Mart ve Nisan aylarında İstanbul ve Boğazlar Sorunu görüşülmüş, ancak bu konuda birbirlerini alt edemeyeceklerini anlayan İngiltere ve Fransa çözümü İstanbul’un Ermenistan’la birlikte Amerikan mandası ile yönetilmesinde bulmuşlar ve 14 Mayıs 1919’da da Dörtler Meclisi’nde tüm Anadolu’nun mandaterliklere bölünmesine ait karar alınmıştı . Daima Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana tavır alan Pierre Loti, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali ve onu izleyen kanlı olaylar sonrası kaleme aldığı yazısında, istatistiklere göre Yunanlıların çoğunlukta olduğu iddia edilen İzmir için de kaygı duyuyor ve bu liman kentinin Türklerin elinden alınması durumunda Anadolu’nun nefessiz kalacağını ve şehre yerleşir yerleşmez Yunanlıların Fransızları oradan atacaklarını iddia ediyordu . Ne var ki Fransız Başbakanı Clémenceau, Loti’nin bu düşünceleri savunduğu tarihlerde, yani Haziran 1919 sonlarında, barış görüşmeleri için Paris’te bulunan Damat Ferit’e gönderdiği ve gazetelerde yayınlanan mektubunda, Türklerin yıkıcılığını vurgulayarak “Avrupa’da, Asya’da, hatta Afrika’da herhangi bir ülkeye yerleşen Türk hakimiyetini her zaman, o ülkenin refahının azalması ve kütür seviyesinin alçalması izlemiştir... Türk galip geldiği her yeri harabeye çevirmiştir” diyordu .

Ancak, “yıkıcı Türkü Avrupa’dan atma” sloganının sahibi Clémenceau’ya karşın Fransız Dışişleri Bakanlığı’na 23 Mayıs 1919 tarihinde sunulmuş olan bir gizli memorandumda, Fransızların “Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama politikası” ile “Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğüne saygı politikası”nı tartıştıkları görülecektir. Fransızların Paris Barış Konferansı sırasında bu iki politikayı tartışmaları ise, gerçekte hangisinin Türkiye’deki çıkarlarının korunması açısında en yararlı olacağının tartışılmasından başka bir şey değildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda hem maddi hem de manevi bir mirasa sahip olan Fransa, bu topraklarda eğitim, sağlık ve hayır kurumlarıyla, şirketleri ve sermayesiyle, Fransız dilinin yaygınlığıyla üstün konumdaydı. İşte bu gerçek, onu Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü savunmaya ve korumaya itiyordu. Bu memorandumda Fransız Dışişleri Bakanlığı’na önerilen ve daha sonra Türkiye’den sorumlu çeşitli Fransız yetkililer tarafından da desteklenen çözüm şöyleydi: Halihazırda Türk olan toprakların en büyük kısmında hakimiyetini sürdüren Osmanlı Hükümranlığı, bir Fransızın başkanlığını yapacağı müttefiklerarası bir kuruluş tarafından kontrol edilecek ve bu kuruluş, padişahın itibari otoritesi altındaki bölgelerde Düyun-u Umumiye, mali sistem, gümrük rejimi, demiryolları gibi konularla ilgili kararlarda icra hükmü verme yetkisine sahip olacaktı. Merkezi otorite üzerinde kurulacak olan bu müttefiklerarası denetimden ötürü padişahın İstanbul’da kalmasında bir sakınca görülmediği gibi, padişahın İstanbul’dan uzaklaştırılmasıyla birlikte tüm İslam dünyasında çıkabilecek huzursuzlukların da önüne geçilmiş olacaktı .

Fransa’nın İstanbul’daki Yüksek Komiseri Defrance, 29 Ağustos 1919’da Quai d’Orsay (Fransız Dışişleri Bakanlığı)’e gönderdiği bir telgrafta, bu tür bir uygulamanın başarıya ulaşabilmesi için büyük devletlerin toprak iddialarından vazgeçmeleri gerektiğini, ancak bu şekilde Türk Hükümeti’ne empoze edilebileceğini belirtiyor ve Fransa’nın Doğu’daki çıkarlarını göz önüne alarak, Türkiye’nin Fransız mandası haricinde tek bir manda ile yönetilmemesini, çeşitli mandaterliklere bölünmemesini ve Türkiye’nin bütünlüğünün mümkün olduğunca korunarak Türk Devleti’nin Fransa ile İngiltere’nin çok ciddi denetimi altına sokulmasını öneriyordu . Esasen Defrance’ın bu önerilerinden yaklaşık üç ay önce İstanbul’dan Paris’e manda ve himaye istekleri konusunda bilgiler gelmeye başlamıştı bile. Şöyle ki, İstanbul’dan Quai d’Orsay’e 22 ve 24 Mayıs tarihlerinde gönderilen iki gizli telgrafta, Damat Ferit’in İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri nezdinde “Türkiye’nin Fransız himayesi altında yönetilmesi” için girişimde bulunduğu, aynı önerinin İngiliz ve İtalyanlara da yapıldığının sanıldığı, ancak himaye isteme konusunda kararlı olan hükümetin Fransa ve İngiltere arasında tereddüt ettiği , Damat Ferit’in ise İtalya üzerinde durduğu, ayrıca İngiltere’nin Türk basınında lehine kampanya başlattığı bildiriliyordu .

Pierre Loti ise, Ağustos 1919 tarihli yazısında, Türklerin Fransız himayesini şiddetle arzu ettiklerini ve Fransa’nın Türkiye’deki resmi temsilcilerinin konuyu pek çok kez Paris’e ilettiklerini, ancak Paris’in bu isteklere kulak tıkadığını belirtiyor ve Fransa’nın izlediği bu yanlış politikanın sonucu olarak da, Türklerin İstanbul’da bulunan Amerikan soruşturma komisyonu önünde Amerikan veya İngiliz mandasını istediklerini, Fransız mandasının ise söz konusu dahi edilmediğini bildiriyordu. Loti, aynı şekilde Suriye’deki Müslümanların da Amerikan heyetine Fransız mandasını istemediklerini söylediklerini açıklıyor, ayrıca Suriye’nin yanı sıra Adana bölgesinde (Kilikya’da) Fransız karşıtı bir akımın başladığına dikkat çekerek bundan İngilizleri sorumlu tutuyordu .
Loti’ye göre Fransa’nın yeni Doğu politikasının bir diğer olumsuz sonucu ise, bölgede yüzyıllarca süren bir çabayla elde edilmiş Fransız üstünlüğünün gittikçe kaybolması ve Türklerin Ege’deki Yunan saldırısının da etkisiyle kendilerinden soğumasıdır .

Loti’nin yukarıdaki gözlemleri Adana bölgesi için de geçerlidir. Şöyle ki o, Adana halkının Mayıs 1919’da Fransız korumacılığını istemesine karşın Ekim 1919’da bu tercihini değiştirdiğini, zira Fransızları Yunan istilasından kısmen sorumlu tuttuğunu ileri sürüyordu. Bunun yanı sıra Türklerin ulusal ata miraslarının bir parçasını bile ne bir yabancı güce ne de bünyesindeki etnik azınlıklardan birine bırakmayacaklarını, Adana’nın da Türk vatanının koparılmaz bir parçası, hatta kalbi olduğunu hatırlıyor ve Avrupalı diplomatları bu yöreyi köleleştirmek amacıyla haksız bir proje hazırladıkları için eleştiriyordu .
Mondros Mütarekesi’nin yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf Devletleri yıllardır bekledikleri fırsata kavuşmuş ve hiç zaman kaybetmeden işgal eylemlerini başlatmışlardı. Mütarekeyi izleyen günlerde, İngilizler Musul ve İskenderun’u (Kasım 1918), Fransızlar ise beraberlerindeki Ermeni alayıyla Dörtyol, Mersin, Tarsus ve Adana’yı (Aralık 1918) işgal etmişlerdi. İngilizler daha sonra Antep (Ocak 1919), Maraş (Şubat 1919) ve Urfa’yı (Mart 1919) da işgalleri altına almışlardı . Ancak İngilizlerin bu hareketleri Fransızlarla aralarında sorun yaratmıştır. Zira 1916 yılında İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan gizli Sykes-Picot Anlaşması’na göre Antep, Urfa, Maraş bölgesi Fransa’ya aitti, Musul ise Fransız nüfuz bölgesi içinde kalıyordu .

Çukurova (Kilikya), bölgede çıkan olaylar nedeniyle yaklaşık bir yıl ortak işgal dönemi yaşamıştır. Şöyle ki Fransızlar tarafından Çukurova bölgesinde 11 Aralık 1918’de başlatılan işgal hareketi ile birlikte özellikle Ermeni lejyonlarının kötü davranışlarından ötürü İskenderun, Belen, Dörtyol bölgesinde çarpışmalar olmuş ve bu olaylar karşısında Türkler çete savaşına girmişlerdi. Bunun üzerine Başkomutan General Allenby, Fransız işgalinde bulunan yerleri ikiye ayırarak mülki yönetimi Fransızlara, askeri kontrolü ise İngilizlere bırakmıştı. Ancak Adana’da Kuzey Bölgesi Genel Valisi Albay Brémond’un Ermeni yanlısı politikasından cesaret alan Ermeni lejyonları Fransızları hiçe sayarak onlara kafa tutuyorlar, diğer yandan Fransız yöneticileri Ermeni komitecilerine alet oluyorlardı. Her ne kadar Şubat 1919’da toplanan Harp Komitesi bu lejyonların bir kısmının dağıtılmasına karar vermiş olsa bile, 1919’da Jandarma Komutanlığına Fransız Yüzbaşısı Luppé’nin atanmasıyla birlikte Türk jandarmalarının yerini Ermeniler almış ve bundan cesaret alan Ermeni göçmenleri bölgedeki Müslümanlara zulme başlamıştı. Ancak bölgeye İngiliz askerlerinin gelişi ve Müslüman mahallelerinde Hintli Müslüman askerlerin devriye gezmeleri Türkleri biraz rahatlamıştı. Böylece Ocak 1919’dan 15 Eylül 1919 İngiliz-Fransız gizli sözleşmesine kadar geçen sürede Çukurova bölgesi bir “ortak işgal dönemi” yaşamıştı .

15 Eylül 1919 tarihli İngiliz-Fransız gizli sözleşmesi ise, İngiltere ile Fransa arasındaki sorunları çözüyordu. Bu uzlaşma uyarınca İngilizler, Sykes-Picot Anlaşması ile Fransa’ya verilmiş olan Antep, Urfa ve Maraş’ın yanı sıra Adana, Mersin, Kozan (Sis) ve Cebel-i Bereket (Osmaniye) sancaklarını kapsayan Kilikya’dan ve Suriye’den çekilerek bu bölgeleri Fransızlara devrediyor, karşılığında ise Musul’a sahip oluyorlardı .

Acaba Adana bölgesi konusunda Fransa’nın Türkiye’deki yetkilileri ne düşünüyorlardı? Osmanlı Hükümeti nezdinde İrtibat Şefi Yarbay Mougin’in Afyonkarahisar’daki Tabur komutanı Binbaşı Labonne’un ve İstanbul’daki Yüksek Komiser Defrance’ın Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Fransa’ya gönderdikleri raporlar, Türkiye’de önemli görevlerde bulunan ve Fransız dış politikasını etkileyen kişilerin görüşlerini içermesi bakımından oldukça önemlidir.

Binbaşı Labonne, 7 Kasım 1919’da Fransız Harp Bakanlığı’na gönderdiği gizli raporda, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kilikya konusunda kendilerine kızgın olduklarını, zira belli şehir ve bölgelere Müslüman halka eziyet edebilecek sivil ve askeri yöneticiler atadıklarını belirtiyor ve “Seyhan kıyılarında belki biraz fazla Ermeni yanlısı bir politika izliyoruz ve Müslüman halk gerek sivil gerek asker Ermenilerin kötü hareketlerini şikâyet etmekte tamamen haksız değil” diyerek bir nevi günah çıkartıyordu.

Labonne, ayrıca, Binbaşı Labonne, 16 Kasım 1919’da gönderdiği raporda ise, Ermenilerin Kilikya’da işi zorlaştırdıklarından ve cezalandırılmayacaklarından emin olarak Fransız ordusunun kanatları altında Türklerden intikam almaya çalıştıklarından söz ediyor ve Fransız Hükümeti’nin Türkiye’deki Gayri Müslimlere karşı tavır alması gerektiğini bildiriyordu .

Güney bölgesinde İngiliz birliklerinin yerini Fransız birliklerinin almasıyla başlayan hoşnutsuzluğun farkında olan Türk-Fransız ilişkilerinde son derece önemli bir şahsiyet Yarbay Mougin ise, 8 Aralık 1919’da gönderdiği memorandumda bu sorun karşısında şöyle bir çözüm öneriyordu: “... ideal çözüm, Türk olan bütün topraklarda olduğu gibi Kilikya’da da padişahın hükümranlığını tanımak ve bu bölgede bize tam bir ekonomik etkinlik ve gerçek bir kontrol sağlayabilecek yolların bulunmasıdır.”

Mougin’in Kilikya konusundaki çözümüne paralel bir başka görüşe sahip Fransız yetkilisi, İstanbul’da görev yapan Yüksek Komiser Defrance’tır. Defrance, 12 Ekim 1919 tarihli telgrafında, “Türkiye Türklerindir” prensibinden hareket ederek Kilikya’yı Türklerden ayırmanın buna aykırı olacağını, zira Kilikya’nın Suriye’ye ve Araplara değil, Türkiye’ye ait olduğunu savunuyordu. Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana olan Fransız Yüksek Komiseri, Kilikya’nın “himayeye muhtaç” Ermeni azınlıktan ötürü özel bir rejime tabi tutulması gerektiği görüşündeydi ve Mougin’e paralel olarak bu bölgenin Osmanlı padişahının hükümranlığı altında ileride belirlenecek koşullarla Fransa tarafından yönetilmesini öneriyordu .

Defrance’ın telgrafından da görüleceği gibi, Fransa, her ne kadar Kilikya’da padişahın hükümranlığını tanımayı istese bile, yine de Ermenilerin koruyuculuğu görevini bırakmamaktadır. Ancak, gerek Fransız resmi belgelerinden gerekse Paris Barış Konferansı’nda Ermenistan konusunda takındığı tutumdan Fransa’nın, Ermenilerin Kilikya’da bağımsız bir güç oluşturmalarını istemediğine tanık oluyoruz. Şöyle ki, Paris barış görüşmelerine Ermeni, Kürt ve Arap istekleri yüzünden 20 Mart 1919’da ara verilmiş, Fransa ekonomik çıkarları nedeniyle Kilikya’nın Ermeniler tarafından Büyük Ermenistan projesine dahil edilmesine karşı çıkmıştı . Fransız Kara Kuvvetleri Arşivi’nde yer alan 1 Kasım 1919 tarihli Türkiye ile ilgili bir raporda da, Ermenilerin Fransızların himayesinde huzur içinde yaşadıkları, fakat burada kurulacak bir Ermenistan’ın uzun ömürlü olmayacağı, zira Ermenilerin de Türkler gibi içgüdüleriyle hareket ettikleri, dolayısıyla Türklerle Ermeniler arasında uzlaşmanın sağlanması gerektiği, bu görevi de en iyi Fransa’nın yapabileceği belirtiliyordu .

Mondros Mütarekesi’nden sonra Fransız işgali altına giren Adana bölgesinin yanı sıra Fransızların 15 Eylül 1919 tarihli İngiliz-Fransız sözleşmesi uyarınca İngilizlerden devralarak 1919 Kasımı’nın başlarından itibaren işgal ettikleri Antep, Urfa ve Maraş konusunda da gerek Labonne gerek Mougin yukarıdaki telgraflarında önemli değerlendirmeler yapıyorlardı. Labonne, “ Antep’e, şehri işgal etmesi için bir Ermeni lejyonu göndermekle hata ettik” diyerek yine bir özeleştiri yapıyordu . Mougin ise, “Antep, Urfa ve Maraş’ın işgali milliyetçi çevrelerde büyük heyecan yaratmıştır. Bütün hareketlerimiz, özellikle Ermeni yardımcılarımızın ilerleme sırasında yapabilecekleri kötü ve yanlış hareketler konusunda şimdiden çeşitli fikirler ileri sürülüyor” diyerek Fransız Hükümeti’ni uyarıyordu .

Pierre Loti, 1920’de yayınlanan La Mort de notre chère France en Orient başlıklı eserinde, Fransa’nın Ermenilere yönelik politikasını şiddetle eleştiriyor ve Ermeni lejyonerlerinin Fransız üniforması altında Adana, Maraş, Antep, Haçin (Saimbeyli) gibi şehirlerde yaptıkları katliamlar, tecavüzler, yıkım ve kıyım karşısında Türk halkının kendini savunmasının en doğal hakkı olduğunu dünya kamuoyuna ilan ediyordu . Bunun da ötesinde Fransa’nın Türkiye’de izlediği yanlış işgal politikasının, Bolşevizmin adeta bir kangren gibi Batı’ya yayıldığı bir dönemde İslam’ın tepkisine, başkaldırısına neden olabileceği konusunda Fransız diplomatlarını uyarıyor, hatta onları bu tehlikeyi önceden görmemekle suçluyordu. Yapılan hatalardan kurtulmanın yolu olarak ise, herşeyden önce bu yanlışların kabul edilmesini ve Fransa’ya pazarlıksız binlerce savaşçı kazandıran İslam’a el uzatılarak onu aşağılamaktan, boyunduruk altına alma isteğinden vazgeçilmesini, ayrıca hilafet merkezinin İstanbul’da bırakılmasına özen gösterilmesini öneriyordu .

İstanbul’un Türklerde kalması gerektiğini düşünen ve bu düşünceyi hararetle savunan Loti’ye göre, aksi takdirde Fransız nüfuzunun son parçası da yok olup gidecektir. İşte Fransız kamuoyu da aynen böyle düşünmekte ve Doğu’daki maddi ve manevi çıkarlarının Türklerin İstanbul’da kalmalarıyla korunabileceğine inanmaktadır. Dolayısıyla 1920 başlarından itibaren Fransız kamuoyunun İstanbul konusunda Türkiye lehine takındığı tutumun, 20 Ocak 1920’de Başbakanlığa gelen Millerand’ı kısmen etkilediği söylenebilir. En azından yeni Fransız Başbakanın, Sèvres taslağının hazırlık aşamalarında (Şubat 1920 Londra ve Nisan 1920 San Remo konferanslarında) Yüce Konsey’in İstanbul’un Türklere bırakılması kararı alması için tavır aldığı bir gerçektir. Loti, 11 Mayıs 1920’de Sèvres projesinin Osmanlı delegelerine verilmesinden kısa bir süre önce, Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Millerand’a hitaben basında bir açık mektup yayınlıyor ve burada Müttefik devlet adamlarının Yunanlılar ve Ermeniler lehindeki önyargılı davranışlarının yanlışlığını vurgulayarak, Türkiye’ye zarar vermeyen, adil bir antlaşma hazırlanmasının Fransız çıkarlarına uygunluğunu dile getiriyordu. Ne var ki Millerand Loti’nin bu uyarısını dikkate almadı ve 10 Ağustos 1920’de Sèvres Antlaşması imzalandı . Yüzyıllardır paylaşılamayan Osmanlı İmparatorluğu’nun resmen kağıt üzerinde bölüşüldüğü bu ölüm fermanını ise Pierre Loti, “İngiltere ve Yunanistan tarafından Fransa’nın zararına özenle hazırlanmış tuhaf bir barış antlaşması” olarak tanımlıyordu .

Sèvres Antlaşması, Türk-Fransız ilişkilerine yeni bir boyut getiriyordu. İtilaf Devletleri bu antlaşmanın bir an önce yürürlüğe girmesini beklerken, Mustafa Kemal ülkesinin göz göre göre parçalanmasına kesinlikle razı olmuyordu. Bu arada 11-12 Şubat 1920’de Maraş’tan, 11 Nisan 1920’de de Urfa’dan çekilmek zorunda kalan Fransızlar, Çukurova ve Antep yöresinde zor günler yaşamakta , ayrıca Fransız devlet adamları ve Fransız kamuoyu Güney cephesinin boşaltılması yolunda baskıda bulunmaktaydı. Sonuç olarak, İtilaf Devletleri arasında düzenlenen Londra Konferansı’nın 3 Aralık 1920 tarihli oturumunda, Fransız delegeler Sèvres Antlaşması’nda Türkler lehine değişiklik yapılmasını (özellikle İzmir’le ilgili koşulların değiştirilmesini) istiyorlar, İngiliz delegeler ise buna karşı çıkıyorlardı .

Bu arada Fransız devlet adamlarını tedirgin eden iki önemli gelişme vardı: Anadolu’da 1920 ortalarından itibaren başlayan Bolşevik etkinliği ve Mustafa Kemal’in Batılı yayılmacılara karşı verdiği savaşla Müslüman dünyasının sempati ve desteğini kazanması. İşte bu durum Fransa’nın Fas Elçisi Mareşal Lyautey’in Fransız Başbakanı’na yaptığı değerlendirmelere de yansımıştır. Kurtuluş Savaşı döneminde Türkiye’de incelemeler yapan ve Aralık 1920’de Fas’a giden gazeteci Mme Berthe Gaulis vasıtasıyla Türkiye’yi yakından tanıyan Mareşal Lyautey, 31 Aralık 1920’de Fransız Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Leygues’e gönderdiği mektupta, bütün dikkatlerini İslam dünyasının halifesi olan Osmanlı padişahı üzerinde toplayan Faslı Müslümanların Fransa’nın Türkiye ile bir an önce barış yapmasını arzu ettiklerini, aksi halde huzursuz olacaklarını, buna karşı Sèvres Antlaşması’nın yeniden gözden geçirilerek Yunanlıların Anadolu’dan çıkarılmasının ve padişahın vekili konumundaki Mustafa Kemal ile anlaşmaya varılmasının sevinçle karşılanacağını ve bu uzlaşmanın Fransa’ya büyük yarar sağlayacağını bildiriyordu . Lyautey 29 Ocak 1921 tarihli mektubunda ise, bu kez yeni Fransız Başbakanı Briand’ın dikkatini Fas’ta Fransızlara karşı direnen grupların faaliyetleri üzerine çekerek, bu örgütlerin Almanya tarafından yönlendirildiklerine ve panislamist bir görünüm kazandıklarına işaret ediyordu. Lyautey, Fransa’nın başta Türkiye olmak üzere İslam ülkelerinin dostu olduğunu göstermesinin, Fas’taki çıkarlarının korunması açısından faydalı olacağını da iddia ediyordu .

Pierre Loti ise, Mareşal Lyautey’le aynı tarihlerde, Aralık 1920’de Fransız Dışişleri Bakanı’na bir açık mektup göndererek Türkiye sorununa kalıcı bir çözüm bulunmasını istiyor ve bu çözümün de İslam’da barışın sağlanması olduğunu belirtiyordu. Loti, ayrıca, dost ve güçlü bir Türkiye’nin muhafazasının, gerek Fransa’nın geçmişteki üstünlüğünün hiç olmazsa izlerinin korunması açısından gerekse Avrupa’daki Sovyet taşkınlıklarına set oluşturması bakımından Fransa için kaçınılmaz ve zorunlu olduğunu vurguluyordu .

Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletler arasında Mondros Mütarekesi sonrası Anadolu’nun paylaşımı konusunda çıkan anlaşmazlıklar, özellikle İngiliz ve Fransızların hasta adamın mirasından kendilerine düşen payı yekdiğerine kaptırmamak için verdikleri mücadelenin sonunda müttefikler arasında çözülme başlamıştı. İtilaf Devletleri arasındaki dengenin bozulmasında en önemli payı alan ülke ise İngiltere olmuştu. Ancak İngiltere’nin Türkiye’de üstünlük kurma yolundaki girişimleri, başta Fransa olmak üzere Türkiye’de maddi ve manevi çıkarları bulunan İtilaf Devletleri kanadında huzursuzluklara neden olarak, onları yeni arayışlara yöneltmiştir .

Dolayısıyla Pierre Loti’nin de Aralık 1920’de vurguladığı iki tehlike, “Anadolu’da dengenin giderek İngiltere lehine bozulması ve Bolşevik etkinliği” Fransa’yı Ankara Hükümeti’ne yaklaştıran önemli nedenlerdendi. Ve sonuçta Fransız Başbakanı Briand, Sèvres’in iptali konusundaki kararlılığı askeri platformdaki başarılarıyla (9-10 Ocak 1921 I.İnönü Savaşı) desteklenen, idari ve mali alanlarda kaydettiği ilerlemelerle prestiji artan, Batılı devletlere karşı verdiği bağımsızlık mücadelesiyle Müslüman dünyasına örnek olan Ankara Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey ile Londra Konferansı (21 Şubat-12 Mart 1921) sonunda 11 Mart 1921’de bir anlaşma imzalıyordu. Ne var ki Bekir Sami Bey’in tamamen kendi girişimiyle imzaladığı bu anlaşma, ne Meclis ne de Mustafa Kemal tarafından Misak-ı Milli’ye aykırı oluşu nedeniyle onaylanmayacaktı. Ancak Fransız kamuoyunun tepkisini alan bu olayın “Türk-Fransız uzlaşma politikasının başarısızlığı” şeklinde yorumlanmaması gerektiğini düşünen Briand’ın kararlılığı sonucu, Fransızlar görüşmelerin başlatılması konusunda Mustafa Kemal’e başvuracaklar ve bunun üzerine Briand-Bekir Sami Anlaşması Misak-ı Milli’ye uygun bir şekilde düzenlenerek yeni bir anlaşma taslağı Mayıs 1921’de Fransızlara verilecekti. Her ne kadar Türk karşı önerileri üst düzey bazı Fransız yetkilileri tarafından olumsuz karşılansa da, Briand’ın kararlı politikası sonucu Senato Dışişleri Komisyonu Başkanı Franklin-Bouillon, görüşmelerde bulunmak üzere Haziran ve Eylül 1921’de (Sakarya Zaferi sonrası) Ankara’ya gelecek ve burada çeşitli anlaşma taslakları üzerinde yapılan tartışmalar sonunda TBMM Hükümeti ile Fransa arasında 20 Ekim 1921 tarihli Ankara Anlaşması imzalanacaktı .

Ankara Hükümeti’nin ilk kez Batılı bir devlet tarafından hukuksal açıdan tanınması anlamına gelen, Türkiye-Suriye sınırını çizen ve Adana bölgesi ile Güneydoğu Anadolu’da Türk-Fransız savaşını sona erdiren bu anlaşma, Türkiye’ye olduğu kadar Fransa’ya da önemli kazançlar sağlamıştır. Fransa, bu anlaşmayla birlikte Doğu’da barışı sağlayarak bir yandan kamuoyundan gelen baskıları ortadan kaldıracak, diğer yandan İngiliz politikasına hizmet etmek durumundan kurtulacaktı; ayrıca, etkin olduğu Kuzey Afrika İslam devletlerinin ve tüm İslam dünyasının sempatisini kazanırken, Suriye’de de gücünü pekiştirecek ve İslam ülkelerini İtilaf Devletleri’ne karşı araç olarak kullanan ve bölgede giderek etkinlik kazanan Moskova’nın yayılmacı tasarımlarını da engellemiş olacaktı. Ekonomik açıdan ise Fransa, bir yandan savaşın ekonomisine getirdiği ağır yükten kurtulurken, diğer yandan bölgedeki tarihsel ekonomik çıkarlarını da korumuş olacaktı.

İşte 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Anlaşması’nın ortaya çıkmasında, başta Ulu Önder Atatürk olmak üzere emeği geçen tüm Türk ve Fransız devlet adamları ve yetkililerinin yanı sıra Pierre Loti’nin de dolaylı bile olsa katkısı olduğu yadsınamayacak bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

LOTİ ETKİSİ..


Pierre Loti’nin Fransa’da hem Fransız Akademisi hem de Bahriye gibi Fransızların saygı duyduğu iki önemli kurumun üyesi olması, bir yandan onun çok okunmasını sağlarken diğer yandan saygınlığını, dolayısıyla etkisini artırıyordu. Öyle ki Türkleri savunma çabalarının Fransa’nın en büyük gazetelerinden en küçüklerine kadar yansıması, onun kamuoyunu ne denli etkilediğinin göstergesidir .

I. Dünya Savaşı sonrası Fransası’nda halk dış sorunlardan çok iç sorunlara ilgi duyuyordu. Türk Kurtuluş Savaşı ise Fransızlar tarafından genellikle büyük bir ilgi ile izlenmediği halde, 1919’dan itibaren Fransa’da yine de bu konuda bir kamuoyunun oluşmaya başladığı söylenebilir. Ancak başlangıçta Türkiye’ye karşı olan bu kamuoyu giderek onun lehine dönüş yapmıştır. Öyle ki Dünya Savaşı’na Almanya yanında katılan Türklere kızgın olan Fransızlar, 1918’den beri Fransız yayın organları kanalıyla “Türklerin Avrupa’dan atılmasını”, “mazlum halkların kurtarılmasını” ısrarla isteyen Yunan ve Ermeni propagandasının etkisi altındalardı. Ne var ki Fransız kamuoyu, özellikle Eylül 1919’da gerçekleşen Sivas Kongresi’nden itibaren Anadolu’daki ulusal hareketin gittikçe güçlendiğini anlamasına karşın, savaşın getirdiği bezginlikle yeniden asker ve para harcamasını gerektirecek bir Anadolu macerasını onaylamıyordu.

1920 başlarından itibaren ise, Türkiye’de gelişen olaylar ve Türklerle yapılacak barış antlaşması Fransız kamuoyunu meşgul ediyor ve Doğu Sorunu’nu daha iyi analiz eden Fransızlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasıyla Doğu’daki maddi ve manevi çıkarlarının da yok olup gideceğinden endişe ediyorlardı. Fransa’nın çıkarlarını koruyan ve Türkiye için daha adil bir barış antlaşmasının yapılmasını arzu eden Fransız kamuoyunun Türkiye lehine yaptığı bu dönüşün, İstanbul’un Türklere bırakılması konusunda diplomatları etkilemediği söylenemez. 10 Ağustos 1920’de Sèvres Antlaşması’nın imzalanmasından sonra ise (1920 sonbaharından itibaren) nefret ettikleri Kral Konstantin’in Yunanistan’da başa geçmesiyle birlikte Fransızların Türkiye’ye sempatisi artmış, yaklaşık bir yıl sonra Anadolu’da masraflı ve sakıncalı gördükleri bir savaşı sona erdiren 20 Ekim 1921 tarihli Türk-Fransız Anlaşması’nın imzalanmasıyla da iyice rahatlamışlardı. Türk-Yunan Savaşı’nda Türklerin başarısından yana olan Fransız kamuoyu, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son zaferini ise sevinçle karşılayacaktı. İşte 1919’da Türklere karşı bir tutum sergileyen Fransız kamuoyunun 1920 başlarından itibaren Türkiye lehine dönüş yapmaya başlamasında, onu Türklerle ilgili önyargılarından kurtararak Yunan ve Ermeni propagandasının etkisini kırmayı amaçlayan Pierre Loti, Claude Farrère, Mme Gaulis gibi Türksever yazarların büyük rolü olmuştur .

Özellikle Pierre Loti’nin Fransızları Ermeniler konusunda bilgilendirme çabaları takdire şayandır. O, I. Dünya Savaşı’nda Ruslarla işbirliği yapan Ermenilerin sadece ihbarcı olarak hizmet etmekle kalmayıp aynı zamanda Türkleri katlettiklerini, işkence ve yıkıma maruz bıraktıklarını ve tüm bu eylemlerinin resmi raporlarla kanıtlandığını, dolayısıyla Türklerin böyle bir ihanet karşısında tepkisiz kalamayacaklarını Fransız ve dünya kamuoyuna açıklamaktan çekinmemişti.
 
Pierre Loti, kendi deyişiyle “yüzyıllardan beri Türkleri sömüren, iftiralar atarak ve Hıristiyanlıklarını ileri sürerek Batı fanatizmini Türklere karşı kışkırtan” Ermenilerin yanı sıra Yunanlıları da “Türkleri Avrupa’ya adım attıkları andan itibaren öldüresiye sömüren doymaz spekülatörler” şeklinde tanımlıyordu . Ayrıca Yunan ordusunu İzmir ve Aydın’da Türklere yönelik işkence, tecavüz, katliam ve yıkım eylemlerinden ötürü “barbar ordu” olarak nitelendiriyor ve yanlı sansüre karşın bu olayların İngiliz ve Fransız tanıklarla gün ışığına çıkarıldığını açıklıyordu .
 
1919’da Türklere tamamen karşı olan Fransız kamuoyu önünde Yunan propagandasının etkisini kırmak için en büyük çabayı gösteren yazarın Pierre Loti olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Şöyle ki, Fransız istatistiklerine dayanarak İstanbul’da Rum nüfusun azınlıkta olduğunu savunan Loti’nin bu kentin Türklere bırakılması yönündeki çabaları (gerek basında yer alan yazıları gerekse kitaplarındaki söylemleri) 1920 başlarında meyvelerini vermiş ve Fransız kamuoyu, Fransa’nın Doğu’daki maddi ve manevi çıkarlarının ancak Türklerin İstanbul’da kalmalarıyla korunabileceğini düşünmeye başlamıştı . Bunun yanı sıra gittikçe Türkiye lehine gelişme gösteren Fransız kamuoyu, yine 1920 başlarından itibaren başta Pierre Loti olmak üzere Fransız Türkseverler ile Doğu’dan dönen subay ve askerler sayesinde Türklerle aralarında yakınlıklar görmeye ve karakter bakımından onları kendilerine Yunanlılardan daha yakın bulmaya başlamıştı .

1920 sonlarında ise Fransız kamuoyu Sèvres Antlaşması’nın değiştirilmesi yönünde kesin tavır almıştır. Kamuoyundaki Türkiye lehinde bu köklü değişiklikte Loti’nin katkısı yine yadsınamaz boyuttadır. 1922 Temmuzu’nda, kamuoyunca unutulmuş bulunan Türk-Yunan Savaşı Fransa’da tekrar gündeme geldiğinde ise, Yunanlıların ihanetine karşı Türk-Fransız dostluğunun avantajı konuşulmuş ve Loti, Farrère gibi Türksever yazarların bu konuda yirmi yıl önceki söylemleri anımsanarak onlara kulak vermemekle hata yapıldığı kabul edilmişti. Görüldüğü gibi Fransız kamuoyu Yunanistan ile ilgili yanılgılarının yanı sıra Türkiye’ye karşı yapılan haksızlıklar konusunda yıllarca kendisini uyaran Loti’yi takdir ediyor ve hizmetini unutmuyordu .

Kamuoyunu böylesine etkileyen Pierre Loti ile Fransız dış politikası arasındaki etkileşimi irdeleyebilmek ise oldukça güç gibi görünse de, bir yandan onun Fransız devlet adamları üzerindeki dolaylı ve dolaysız etkisi, diğer yandan onun değerlendirmeleri ve Fransız dış politika uygulamaları arasındaki paralellikler ve benzerlikler bu konuda bir analiz için yol gösterici olabilir. Örneğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana tavır alan ve İstanbul’un hilafet merkezi olarak korunmasını, dolayısıyla Türklere bırakılmasını Fransız çıkarlarını da göz önüne alarak savunan Loti’nin karşısında “yıkıcı Türk’ü Avrupa’dan atma” sloganının savunucusu Fransız Başbakanı ve Atina Üniversitesi fahri doktoru Clémenceau vardır. Bununla birlikte Paris Barış Konferansı sırasında gerek Fransız Dışişleri Bakanlığı’nda gerekse Türkiye’de görev yapan Fransız yetkililer tarafından benimsenen görüş, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün korunması ve padişahın İstanbul’da bırakılmasıdır. Bunun yanı sıra Pierre Loti’nin de önemli çabalarıyla 1920 başlarından itibaren Fransız kamuoyunun İstanbul’un Türklere bırakılması konusunda Türkiye lehine tavır alması ve Ocak 1920’de Başbakan olan Millerand’ın kısmen bile olsa bundan etkilenmesi, en azından Sèvres taslağının hazırlık aşamalarındaki söylemlerine yansıması, Loti’nin Fransız dış politikasını dolaylı da olsa etkilediğinin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

Bir başka örnek ise, Kilikya ve İzmir’in Türklerden koparılmaması gerektiğini savunan ve Fransa’nın özellikle Ermenilere yönelik politikasını, dolayısıyla Türkiye’de izlediği yanlış işgal politikasını eleştiren Loti’nin değerlendirmelerine benzer yaklaşımlara Fransa’nın Türkiye’de görev yapan üst düzey yetkililerinin raporlarında rastlanmasıdır. Şöyle ki, Fransız yöneticilerinin, Fransa’nın Türkiye’ye yönelik dış politikasını saptarlarken bölgede görevli üst düzey yetkililerinin (Defrance, Mougin, Labonne, Gouraud gibi) görüşlerini göz ardı etmedikleri bilinmektedir. Bunun yanı sıra dış politikanın kamuoyundan etkilendiği de unutulmamalıdır. Dolayısıyla bir yandan kamuoyunu derinden etkileyen bir kalem, diğer yandan Türkiye’yi ve Türkleri iyi tanıyan, bölgedeki siyasal gelişmeleri yakından izleyen, Doğu Sorunu’nu iyi analiz etmiş bir entelektüel olarak Pierre Loti’nin yaptığı tarafsız ve gerçekçi değerlendirmelerle bölgedeki Fransız yetkililerinin yaklaşımları arasında benzerlik ve paralelliklerin bulunması ve de tüm bu görüşlerin Fransız dış politikasında belirleyici olması hiç de şaşırtıcı değildir.
 
Loti’nin Fransa’nın Türkiye’de izlediği yanlış işgal politikasının Bolşevizm tehlikesinin yoğun olarak hissedildiği bir dönemde İslam’ın başkaldırısına neden olabileceği yolunda Fransız diplomatlarını uyarması ise, onun Türkleri yanlış tanıyan Fransız kamuoyunu aydınlatma çabasının da ötesinde bir amaca yöneldiğinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla büyük Türk dostu, yalnızca gazete makaleleriyle ve kitaplarıyla Türklerin savunuculuğunu yapmamış, aynı zamanda Türkler için kritik dönemlerde (Sèvres Antlaşması öncesi ve sonrası olduğu gibi) Fransız başbakanlarına gönderdiği açık mektuplarla hem Türkiye’nin hem de Fransa’nın çıkarlarını gözeten çözümler önermiştir. Ne var ki Sèvres öncesi girişiminden pek de olumlu sonuç alamamasına karşın Sèvres sonrası yaptığı uyarılar ve getirdiği çözüm önerileri, Türk Kurtuluş Savaşı’nın diplomatik ve askeri açıdan en hareketli bir döneminde, Ekim 1921’de Türk-Fransız Anlaşması’nın imzalanmasıyla meyvelerini vermiştir.

Sonuç olarak, Loti’nin Türk Kurtuluş Savaşı dönemindeki değerlendirmelerinin Fransa’nın dış politikasına yansımaları ve belirleyiciliği tartışılırken, onun gerek Fransız devlet adamları nezdinde yaptığı girişimler gerekse Fransız kamuoyu üzerindeki etkisinin özenle irdelenmesi gerekmektedir. Loti, Türkiye lehine öyle bir kamuoyu oluşturmuştur ki, onun baskısını özellikle 1920 ve 1921 yıllarında görev yapan Fransız başbakanları göz ardı edememiş, dolayısıyla dış politika tercihlerini bu yönde yapmışlardır. Örneğin, Ocak 1921’de başbakanlığa gelen Briand, Sèvres Antlaşması’nın değiştirilmesinden ve Kilikya’daki Türk-Fransız Savaşı’nın bitirilmesinden yana tavır alan kamuoyunun bu isteğini görmezlikten gelememiş ve çözümü Mustafa Kemal ile anlaşmakta bulmuştur .

Gerek dış politika değerlendirmelerindeki tutarlılığıyla gerekse Ermeni ve Yunanlılar konusundaki uyarılarının isabetliliğiyle kamuoyunun güvenini ve desteğini kazanan Pierre Loti, Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türklerin de umudu haline gelmişti. Türkler şaşkınlık ve umutsuzluk içinde ona başvuruyorlar , hatta gazeteci, yazar, politikacı, üst düzey devlet memuru, serbest meslek sahibi ve akademisyenlerden oluşan 81 Türk aydını İstanbul’dan 5 Haziran 1919 tarihli bir mektup göndererek, kendisinden sözü dinlenir bir yazar olarak Türklerin haklı davası konusunda dünya kamuoyunu aydınlatmasını ve Türkleri yeterince tanımayan Avrupalı entelektüellere Türkiye’nin dramını anlatmasını istiyorlardı. Ne var ki o, konuşma hakkına sahip olmadığı için ümitsizlik içindeydi ve geç kalmaktan endişe ediyordu .Loti, her ne kadar 1919’da Türkler aleyhine uygulanan a
cımasız sansür nedeniyle umutsuzluğa düşse bile, yine de böyle bir ortamda yazdığı makaleleriyle, yılmadan, bir yandan Türklere yöneltilen asılsız iftiraları ifşa ederek Türkiye karşıtı propaganda yapanların gerçek yüzlerini Fransız kamuoyuna tanıtırken, diğer yandan Türkleri savunmayı kendine görev edinmişti. Yaşamının son yapıtı olan ve 1921’de yayınlanan Suprêmes visions d’Orient’da yer alan, Fransız başbakanına hitaben kaleme aldığı Aralık 1920 tarihli açık mektupta Türkleri savunma nedenlerini şöyle açıklıyordu :

“... Şayet, yıllardır kendi kendime üstlendiğim Türkleri ölesiye savunma görevini sürdürüyorsam.... o da ne dediğimi bildiğimdendir. Zaten Fransız kamuoyunun dikkatini İstanbul’un iftiraya uğramış bu zavallı insanlarına yöneltmekle üstlendiğim sorumluluğun bilincindeyim... hiç kuşkusuz, kamuoyunun aydınlanmasına katkıda bulunmam, belki de bu dünyadaki küçük rolümün son bulması arifesinde, yaşamımın tek onur duyduğum eylemini oluşturuyor. Evet, ne dediğimi biliyorum; uzun süre Doğu’da yaşadım, tüm sosyal sınıflara karıştım ve bu birbiriyle uzlaşmaz ırk amalgamında yalnızca Türklerin sapına kadar dürüst, namuslu, nazik, hoşgörülü, yumuşak ve yiğit olduklarına ve yalnızca onların, aramızdan bazılarının tüm alçaklıklarına ve tüm isyan ettirici sataşma ve sövmelerine karşın, ırsi ve gerçek bir şefkatle bizi sevdiklerine kesin olarak ve yürekten inanıyorum.”
İşte Pierre Loti’nin yaşamının son yıllarında Türkler hakkında söylediği bu sözler onun geldiği noktayı bir kez daha göstermesi açısından son derece ilginç. 1918’de yayınlanan “Ermenistan Katliamları” başlıklı makalesinde Türklerden söz ederken “...eski zamanların Türklerini kastediyorum, istisnaları oluşturan, tüm ata geçmişini inkâr eden, daha ziyade bizim dengesizliklerimizi ve modernizmimizi daha ileri götürmek isteyen yeni kuşak Türkleri değil...” diyen Pierre Loti , Türk Kurtuluş Savaşı’nın ortalarında ise, Batılı yayılmacılara karşı ülkesini savunan, mücadeleci yeni Türklere, yani Anadolu hareketinin önderlerine olan sempatisini saklamıyordu .

Loti’nin Türkiye’ye yaptığı seyahatlerinden tanıdığı, Fransa’da da görüşme olanağı elde ettiği Türk dostlarından Reşid Saffet Atabinen, Paris’te 1950’de verdiği bir konferansta, Türk dostu ünlü Fransız yazarın darmadağınık kaçan düşman karşısında zafer kazanmış ve morali doruğunda bir halka sahip olmasına karşın nerede duracağını bilen, tarihin tanıdığı en büyük komutan olan Gazi Mustafa Kemal’in insanüstü soğukkanlılığına, kendine olan güven ve hakimiyetine hayran olduğunu açıklamıştı. Atatürk’ün de aynı şekilde Loti’yi takdir ettiğini ve Türk davasını -bu eylemlerini yasaklayabilecek tüm siyasal olasılıklara karşın- yılmadan savunan bu asil Fransız subayının cesaretine hayran olduğunu belirtmişti . Gazi Mustafa Kemal’in Ankara Anlaşması’nın imzalanmasından kısa bir süre sonra, 3 Kasım 1921’de Pierre Loti’ye TBMM adına bir halı ve mektup göndermesi ise, tarihinin en karanlık günlerinde büyüleyici kalemiyle Türk ulusunun hakkını savunmuş bu cefakâr Türk dostuna minnetinin bir ifadesiydi .

Dostu Reşid Saffet Atabinen’in de belirttiği gibi, Türk yakın tarihinden soyutlanamayan yaşamının yarım yüzyıldan fazla bir kısmını Türklerin acılarını paylaşmakla geçiren bu gerçek Türk dostu, “Fransa ve Türkiye’nin birbirlerini sevmeye gereksinim duyan iki ülke” olduğu düşüncesinin ısrarlı bir savunucusuydu . 1850 Rochefort doğumlu Pierre Loti, yetmişüç yıllık yaşamının son yıllarında ise adeta bir militan gibi çalışarak Doğu’da ilk kez gerçekleşen bir ulusal devrimi, toprakları işgal edilmiş, orduları terhis edilmiş, silah ve cephanesine el konmuş bir ulusun uyanışını, Türk halkının yokluk ve ümitsizlik içinde vermiş olduğu mücadeleyi dünyaya duyuran sesti; Türklerin Avrupa’da sesi çıkan temsilcisiydi. O, tüm aşağılanmalara, hakaretlere, tehditlere, küçümsenmelere karşın Türkler için verdiği mücadeleyle asker, edebiyatçı, gazeteci, tarihçi, gezgin vb. kimliğine bir yenisini eklemişti. İşte bu yeni rolü, başka bir deyişle “diplomatik kişiliği”, Türk-Fransız ilişkileri tarihinde onun Gazi Mustafa Kemal ve Franklin-Bouillon’un yanında en az bir Berthe Gaulis, Claude Farrère, Mareşal Lyautey, Mougin ve hizmeti geçen diğer Türk ve Fransız devlet adamları kadar unutulmaz bir yer almasını beraberinde getirecekti.





 
Bu site Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı tarafından hazırlanmıştır.
Bu sayfa 5300 kez gösterilmiştir.